Bediüzzaman Said Nursî, 1878 yılında Bitlis’in Nurs köyünde dünyaya geldi. Çocukluğunda zekâsı ve ilmî
yetenekleriyle dikkatleri üzerine çeken Said Nursî, henüz küçük yaşlarda Kur’an’ı ezberlemiş, medrese
eğitiminde önemli başarılara imza atmış ve bir süre sonra dönemin bilimsel gelişmelerini takip ederek
modern eğitim alanında da kendini geliştirmiştir. Fakat onun hayatının merkezi her zaman bir ideal ve
bir dava olmuştur.
Said Nursî, yaşamını yalnızca bireysel bir başarı peşinde değil, toplumsal bir diriliş için mücadele
etmeye adadı. O, sadece bir ilmî şahsiyet değil, aynı zamanda halkını doğru yolda ilerletmek isteyen bir
dava adamıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk
yıllarında devam eden yoğun değişim ve çalkantılı süreçte, Said Nursî, akıl ve iman ekseninde bir yol
haritası sunmaya çalıştı. Modern dünyanın hızla değişen yüzüne karşı, ona doğru bir kimlik kazandırmak
için “tahkikî iman” anlayışını savundu. İman, onun için bir kabulleniş değil, akıl ve kalp ile yapılan
bir keşifti. Her bireyin inancını derinlemesine sorgulayarak, hakikate varması gerektiğine inanıyordu.
Said Nursî’nin en büyük gayesi, insanları gerçek manada özgürleştirmek, onları sadece maddi değil,
manevi olarak da kalkındırmaktı. Bu gaye, onun tüm hayatını şekillendiren en önemli motivasyondu. O,
toplumun yeniden uyanması gerektiğini savunarak, insanlara yalnızca imanlarıyla değil, ahlaki ve sosyal
sorumluluklarıyla da hakiki bir özgürlük sunmak istiyordu. Risale-i Nur Külliyatı, onun bu amacını
gerçekleştirebilmek için kaleme aldığı en değerli eseridir. Risale-i Nur, sadece bir ilmî metin olmanın
ötesindeydi; o, her satırında insanların kalbini ve zihnini aydınlatan bir ışık, bir rehberdi.
Medresetüzzehra, Said Nursî’nin eğitim anlayışının temel taşlarından birini oluşturuyordu. Bu kavram,
yalnızca bir okuldan, bir eğitim kurumundan çok daha fazlasını ifade ediyordu. Bediüzzaman,
Medresetüzzehra’yı, İslam’ın temel değerleriyle modern bilimi birleştirecek, akıl ve ilimle iman
arasındaki bağı güçlendirecek bir eğitim müessesesi olarak tasavvur etti. Bu okul, gençlerin sadece dini
bilgilerle değil, dünya görüşüyle, karakteriyle, sorumluluk bilinciyle yetişmesini amaçlıyordu. O,
eğitimde sadece bilgiyi değil, insan olmanın anlamını, vicdanı, ahlakı da öğretmek istiyordu.
Said Nursî’nin davası, her zaman doğruyu savunmak, halkını adalet ve huzura kavuşturmak üzerineydi.
Ancak o, yalnızca kendi halkına değil, tüm insanlığa hitap eden bir dava adamıydı. Onun mücadelesi,
sadece İslam dünyası için değil, tüm insanlık için bir aydınlanma hareketiydi. Her zaman şunu vurguladı:
“İman ile ilim arasında hiçbir çatışma yoktur, aksine her ikisi de birbirini tamamlar.” Bu düşünceyi,
onun hem yaşam tarzına hem de mücadelesine yansıyan bir temel ilke haline getirdi. Akıl ve bilimi, dinin
doğru anlaşılmasıyla harmanlayarak insanlara özgür ve onurlu bir yaşamın kapılarını aralamayı amaçladı.
Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatı, sürgünler, zindanlar ve toplumsal baskılarla doluydu. Ancak bu, onu
yıldırmadı; tam aksine, her zorluk, onun imanını ve inancını daha da güçlendirdi. O, her zaman doğruyu
savundu ve insanları doğruya çağırdı. Yaşamı boyunca, halkını sadece bir dini inançla değil, hakikatle,
özgürlükle, vicdanla, adaletle buluşturmak için mücadelesini sürdürdü. Onun davası, yalnızca bir zaman
diliminde değil, tüm çağlar boyunca geçerliliğini koruyacak bir hakikat arayışıdır.
Said Nursî, 1960 yılında Urfa’nın Barla köyünde vefat ettiğinde, geride sadece eserleri değil, aynı
zamanda halkına ve tüm insanlığa sunduğu davanın izleri kaldı. Onun hayatı, iman ve ilim arasında denge
kurarak insanları aydınlatan bir mücadelenin öyküsüdür. Bediüzzaman Said Nursî, yaşamı boyunca bir
hedefin peşinden gitmiştir: İnsanları doğru yolda ilerletmek, onları gerçek anlamda özgürleştirmek ve
onları adalet, ahlak ve iman ekseninde bir araya getirmektir. Ve bu dava, onun ardında bir meşale gibi
yanmaya devam edecektir.